Orta Büyüklükte Türkiye Kentlerinde Mimarlık Sorunları (Architecture related problems in midsize Turkish Cities)

Kitap / Book: Türkiye'de Mimarlık (Architecture in Turkey)

Kitap / Book: Türkiye’de Mimarlık (Architecture in Turkey)

Evet, son oturuma herkes hoşgeldi. Çok vakit kaybetmeden başlayayım. Burada çeşitli toplantılarda karşılaştığımız, benim de öğrencim olmuş kişiler var, onlarla da biraz önce ayaküstü görüştük. Ben proje hocasıyım. Proje derslerinde de sıklıkla mimarlık bilgilerinin yanı sıra çevremizde neler oluyor, bu tür konulara da giriyoruz., konuşuyoruz, görüş paylaşıyoruz. Tasarım stüdyosunun Türkiye ve dünyada mimarlık ortamında olanlar, güncel haberler, sergiler, atölye çalışmaları haberleri, teknolojik yeniliklerle ilgili görüş paylaşımları ile desteklenmesinin çok verimli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bugün ben bu derslerde öğrencilerimle konuştuklarımı ve çeşitli notlarımı daha düzenli bir formatta sizlere aktarmaya çalışacağım.

Mimarlık ve kentleşme sorunları, kentlerin boyutları, yapılı çevremiz, uluslararası platformda bulunmak başlıklarına değineceğim. Türkiye bütününe baktığımızda, özellikle kent ölçeğinde yapılı çevreyle ilgili göze çarpan en önde gelen sorunun nüfus yoğunluğu ve bunun yapay çevreye yansıyan niteliği olduğunu düşünüyorum. İstanbul, Ankara ve benzeri büyük kentlere bakıldığında bu yoğunluk yatay ve düşeyde yayılan konut bloklarında kendini gösteriyor. Bu bir anlamda doğal sayılabilir, çünkü büyük bir nüfus yoğunluğu barındırıyor bu kentler. Buna benzer bir tabloyu orta büyüklükteki kentlerde de izlemek mümkündür. Hatta benzer tablo yani bu düşeyde yükselme dediğimiz tablo küçük yerleşmelerde dahi izlenir. Bunu gerekli kılan hiçbir veri olmasa bile. Bu özelliği büyük şehirlerde nüfus yoğunluğu, arsa değerlerinin yüksekliği gibi nedenlere dayandırabiliriz, fakat orta büyüklükte veya küçük yerleşmelerde bunun farklı açılımları vardır ve bunların irdelenmesi gereklidir diye düşünüyorum. Konut stoğu genellikle her kentte – İstanbul’da, Çanakkale’de, Konya’da da – aynı tipolojik birimin tekrarından oluşur. Bu da yaklaşık olarak, yine gözlemlere dayanarak 5-8 katlı betonarme taşıyıcılı apartman birimidir. Bunlar da genellikle mimari bir arayış sergileme ve deneysel niteliği sınırlı olan, konut ihtiyacını kapamak üzere üretilmiş tiplerdir. Her boyutta Türkiye kentinin yapılı çevresine egemen olan görüntüyü, bu apartman tipinin yan yana gelerek ortaya çıkardığı manzaralar oluşturur.

Bu yılki Yıldız Buluşması’nın diğer toplantılarını da düşünürsek; Adana, Konya, Edirne, Trabzon ve Eskişehir’de, bugün burası hariç, konut ile ilgili sunumlar ağırlıktaydı. Daha fazla konut sunuldu. Bunun için konutu burada bu kadar vurguluyorum. Ben Edirne toplantısında bulundum. En çok gündeme gelen meselelerden biri, konut piyasasındaki arz ve talebin konut tipolojisini belirlediği, kent kimliğini imar planlarının yönlendirdiği ve mimarın bu kimliğin oluşumunda katkısının yok denecek kadar az olduğuydu. Bunları zaten hep çeşitli vesilelerle derslerde de konuşuyoruz. Yani kimliğin oluşumunda mimarın katkısının son derece az olması gibi bir olumsuz tablo gözlerimizin önünde bulunabiliyor.

Aldo Rossi kent tipolojisinden bahsederken konutlar ve anıtların varlığını vurguluyor. Anıtlar günümüzde anıt yapılar olarak ele alınabilir ve işlevsel olarak eski kentlere göre çeşitlilik gösterir. Örneğin saray ve dinsel yapıların kent içindeki etkin yerini, kültürel, rekreatif, eğitim ve benzeri nitelikteki yapılar almaktadır. Bu yapıların kent içindeki yoğunlukları ve nitelikleri ile yeni kentlerin kimliğinin oluşmasında etkili oldukları söylenebilir. Örneğin Ottawa’daki gibi kentin siluetine kültür ve sanat ağırlıklı yapıların damgasını vurması ya da New York’taki gibi paranın gücünün kent siluetine yansıması buna örnek gösterilebilir. Yine benzer şekilde örnekleri artırabiliriz. İspanya’nın Bilbao kentinde yer alan Frank Gehry’nin Guggenheim Müzesi kente yeni bir kimlik ve canlılık kazandıran mimari eleman olarak ortaya çıkmaktadır. Bir diğer örnek Berlin’dir. Berlin özellikle yüzyıl başından itibaren ünlü mimarların yapıtlarının sergilendiği mimari müze niteliği taşıyan bir kent kimliğine bürünmüştür. Bu örneklerin dışında örneğin Roma gibi tarihi kentler, bir anlamda kimliklerini tarihi yapılarının devamlılığı ile yansıtırlar. Özellikle modern dönemin kentleri aynılaştıran niteliğinin ortaya çıkışıyla kent kimliğinin varlığı veya korunması konuları gündemi oluşturan konular olmaya devam etmektedir. Bizde ise çok farklı bir tablo var. Türkiye kentlerinde yapılı çevre ile ilgili en önemli sorunlardan birisi kimlik sorunudur diye düşünüyorum. Burada sorgulanması gereken belki de kentlerin var olan kimliklerinin, karakterlerinin yok edilmesi gerçeğidir. Bunu söylerken kentlerin gelişmesine bir karşı duruşum yok. Öyle bir düşüncem yok, ancak kentler var olan kimliklerini güçlendirici bir yenileşme ve gelişme göstermeliydiler. Anadolu mimarlığına baktığımızda yörelere, iklime, malzemeye dayalı mimari bir farklılaşma söz konusudur. Bugün ise bunun tamamen yok edildiğini görüyoruz. Buna karşın yeni üretilende ise yeni bir kimlik arayışının söz konusu olmadığı açık olarak görülmektedir. Bu kentler bizim kültürümüzü, yaşantı biçimimizi, alışkanlıklarımızı yansıtıyor mu?

Bugün gelinen duruma göz atarsak, henüz ekonomik düzeyimiz apartman tipi konutlar dışında farklı konutlar, diğer işlevli yapılar inşa ederek kent kimliğini yönlendirebilecek durumda değil. Tabii ki çok çeşitli yapılar yapılıyor ama kent kimliğini ne kadar yönlendiriyor? Kentlerin, toplumların sosyal, ekonomik ve kültürel dışavurumu olduğunu biliyoruz. Öyleyse bu netleşmemiş, kentsel kimliği oluşmamış çevrelerde yaşamayı mı seçiyoruz? Herhalde buna hepimiz “Hayır” diyeceğiz, “Hayır” diyeceğiz ama, bu kentsel çevre bizim toplum olarak içinden pek de kolay kurtulamayacağımız bir çevredir. Korkarım bu durum böyle. İstanbul’da ya da birkaç büyük şehirde, birkaç yabancı mimara kültürel içerikli mimari yapı tasarlatmak bu işi çözmüyor. Frank Gehry ya da Zaha Hadid’in İstanbul’da birkaç yapısının bulunması çok güzel ama keşke bu bize bir kimlik kazandırmaya yetse.

Türkiye kentlerinde, kentin boyutuyla ilişkilendirilmeden, hepsinde gözlemlenebilen, çarpık kentleşme ve kimlik sorunlarını bir an için unutup, biraz da mimarlık ölçeğinde sorunlara bakarsak ne görürüz? Büyük üç kentimizde 120 kadar büroyu içerecek şekilde yapılmış bir araştırma var. Bu araştırmada Türkiye’de mimarlık pratiğini etkileyen unsurların neler olduğunun belirtilmesi istenmiş. Araştırmanın sonunda ise bu unsurlar en önemlisinden başlamak üzere şu şekilde sıralanmış:

1 – Yasal kısıtlamalar, kamu kuruluşlarıyla yaşanan sorunlar,

2 – İşveren ve toplum bilinçsizliği,

3 – Ekonomik yetersizlikler.

Bunu yorumladığımızda, mimarlık bürolarının büyük ölçüde yasal kısıtlamalardan şikâyetçi olduğunu, ayrıca işveren ve toplumun mimarlık ve tasarım konularındaki duyarsızlığı ile yeni yapılan inşaatların sayıca kısıtlı olmasının başlıca sorunlarını teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Hatta yasal kısıtlamalar o derece ürkütücü bir kutup olarak durmaktadır ki, birçok mimari uygulamada projenin yasal olarak yapım izni alabilmesi adına, belediyeye verilen proje, uygulanandan farklı olabilmektedir. Bunu çok rahat gözlemleyebiliyoruz. Diğer bir deyişle yasalar mimarlıkta yeni arayışları ve denemeleri özendirmekten uzak durmaktadır. Hatta “belediye takipçisi mimar” diye bir iş kolu bile tanımlanabilmektedir. Yasaların, insanların birey ve toplum olarak sağlıklı, güvenli ve insani koşullarda yaşamalarının sağlanması açısından var olduğu gerçeğini bir kere daha hatırlarsak, var olan yasaların tüm bu kısıtlamalarına rağmen standartların altında yapılanmış bir çevre yaratılmış olması da düşündürücüdür. Burada ciddi bir çelişki söz konusudur. İşverenin mimarlık yaptığı ve mimarı, belediyeden proje çıkarmak için kullandığı durumlar da bence üzerinde durulması gereken bir sorundur. Böyle kısa kısa birkaç gözlemimi aktarıyorum. Bu durum bazen Malaparte Evi’nde olduğu gibi mimarlık tarihine önemli ürünler kazandırabiliyor, buna tanık olabiliyoruz. Ancak Türkiye örneğinde birçok sorunu ortaya çıkarabiliyor da. İtalya’daki bu Malaparte Evi’nin ev sahibi tarafından tasarlandığı bilinir. İşveren-mimar ilişkisi açısından Malaparte Evi’ndeki durum, örneğin bir Frank Lloyd Wright’ın Şelale Evi’ndeki mimarın süreçteki etkisinden çok farklıdır. Birisinde mimar, diğerinde işverenin tasarladığı bir ürün söz konusudur. Hangi ürün iyidir, hangisi kötüdür o ayrı bir konu. Ama vurgulamak istediğim bu durum ülkemizde mimarlığın bir sorunu olarak devam etmektedir. Özellikle işverenin ya da yatırımcının spekülatif istekleri, yollara taşmış yapılar, yangın arabasının giremediği yollar, nefes alamayan kentler, yeşile hasret kentliler olarak geriye dönebilmektedir.

Buraya kadar bahsettiğim kentsel kimlik sorunu, yasal kısıtlamalar, işveren-mimar ilişkilerine dayanan konular, toplumun mimarlık ve tasarım konularına yaklaşımı ve ekonomik alt yapının mimarlığa hazır olma ya da olmama durumları, tekrarlarsam, Türkiye’nin genel olarak mimarlık-çevre-kent sorunlarını ortaya çıkaran nedenlerdir ve kentin boyutundan bağımsız olarak var olan sorunlardır. Örneğin bir kimlik sorunu her kentimizde vardır, keza işveren-mimar ilişkisi de öyle. Sorun olduğunu düşündüğümüz diğer noktalar Türkiye’nin her kentinde karşımıza çıkabilecek mimarlık konularıdır. Burada üzerinde kafa yorulabilecek konu, mimarlığımızın sorununu kentin boyutuyla ilişkilendirmeye çalışmak değildir, çünkü küçük-orta-büyük tüm kentler benzer sorunlarla karşı karşıyadır bir açıdan.

Kaçınılmaz olarak globalleşen bir dünya var. Bu dünyada Türkiye mimarlığının çağdaş mimarlık dünyasında yerinin ne olduğu, olup olmadığı konusuna da değinmek istiyorum. Konuyu o yöne çekersek, akla gelen bir nokta da bence Türk mimarlarının uluslararası platforma neden çıkamadığıdır. Zaman zaman üzerinde durduğumuz, diğer bir deyişle bir köşesine ayak bastığımız bu platform, asli uluslararası platform değildir. Bizim gelişen dünyamıza ait olan bir platformdur. Türk mimarının konumu icabı görevi bunun farkında olup, dünya mimarlığı içindeki Türk mimarlığının sınırlarını doğru çekebilmek ve bu sınırları genişletmeye çalışmaktır. İçerde kahve içtiğimiz salonun girişindeki panoda projesi bulunan Eric Owen Moss, Kaliforniya’da 38.000 nüfuslu Culver City’de ofisi olup, dünyanın birçok yerlerinde ürünler verebilirken, düşünülmesi gereken, neden bir Türk mimarın birkaç deneme yapı gerçekleştirmek dışında birkaç ülkede ofis açamadığı, neden böyle bir işveren talebinin olmadığıdır. Mimari iş kapasitesinin sınırlı olduğu Türkiye’de yurtiçinde farklı kentlerde şubesi olup da iş yapan mimarlık bürosu bile henüz çok kısıtlıdır, neredeyse yok denecek kadar azdır. Olması iyi olurdu anlamında söylemiyorum ama bu bir gerçek. Ekonomik durumumuz şu anda böyle. Büyük kentte bürosu olup, Türkiye’nin diğer kentlerinde iş toplantılarına gidip gelme ve inşaat takibi hâlâ geçerli olan süreçtir bizim için. Ülkenin ekonomik yapısına bağlı olan bu duruma karşın, mimarlarımızın dış dünyaya açılımının sınırlılığı, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Günümüz dünyasında dışarıya açılmak ve uluslararası pratikte yer edinmek, eskisinden daha da fazla önem taşıyor. Sizler yani öğrenciler, ilerde, okulunuzu bitirdiğinizde, bu açılıma daha çok tanık olacaksınız diye düşünüyorum. Türk mimarının görevi, -biraz nutuk gibi oldu bu ama öyle- ülkemizde artan yabancı mimarların faaliyetlerine karşılık, ülke içindeki pratiğin sahiplenilmesi olduğu kadar, uluslararası pratikteki sınırlarını da zorlamasıdır. Edebiyat alanı ile bir karşılaştırma yaparsak, mimarlığın konumunu çok rahat algılayabiliriz aslında. Türk edebiyatı Orhan Pamuk sayesinde Nobel almıştır, onur vericidir. Pamuk romanlarında yaşantı şeklimizi ve kültürümüzü olduğu şekliyle dünyanın gözü önüne serdiği için çok başarılı olmuştur bence. Mimarlık dünyasında ise, ülke olarak durduğumuz yer çok farklıdır. Birkaç iyi uygulanmış yapı, uluslararası bazı sergiler ve toplantılar, bir-iki web sitesi, Türkiye’deki mimarlık ortamını dünyaya mal etmeye yetmez. Ancak sınırları zorlar, olan da maalesef bu aşamada zaten budur.

Buna rağmen uluslararası pratikte söz sahibi olabilmek için mimarlık eğitiminin standardının çok önemli olduğuna inanıyorum. Mimarlık gibi uygulamalı bir disiplinin eğitimini üniversitelerde sunulan teorik ve uygulamalı eğitim ile mezuniyet sonrası yapı endüstrisi içinde edinilen eğitim olarak ele almalıyız. Şu sıralarda gündemde olan mimarlık eğitiminin sonrasındaki staj döneminin eğitime entegrasyonu tartışmaları, yetkin mimar olmak için üniversite dışındaki pratiğin de aslında eğitimi tamamlayıcı bir süreç olduğunu vurgulamaktadır. Batı örneklerine, örneğin ABD’ye bakacak olursak –başka yerlere de bakılabilir- yetkin mimar olma süreci üniversite lisans eğitiminin bitiminde, yaklaşık 3 yıllık bir çalışma deneyiminden sonra sınava girme hakkının kazanılmasını getirmektedir. Üniversite eğitimi ve üniversite dışı pratik eğitimin birbirini tamamlamasının önemi bu süreçte görülmektedir.

Türkiye’de duruma bakarsak bazı soruları sormak zorunda hissederiz kendimizi:

  • Üniversite dışında pratiği eğitim olarak sunabilecek formasyonda bürolar ne ölçüde vardır?
  • Mimarlık lisans diploması olan yetkin mimar adayları, donanımsız bürolarda ne kazanabilirler?
  • Pratikteki eğitim, yapı alanındaki yenilikleri içerebilecek mi, dolayısıyla dinamik ve geri dönüşlü, yani pratiğin teoriye girdi sağladığı bir süreci tetikleyebilecek midir? Pratikteki eğitim, Batı’daki gibi, üniversitedeki eğitimi tetikleyebilirse dinamizme erişilebilir. İkili eğitim sürecinin uluslararası pratikte söz sahibi olabilmek için mimar adaylarını daha iyi hazırladığı kesin.
  • Türkiye’de, özellikle büyük kentlerdeki büyük projelere baktığınızda yabancı mimarların seçilmiş olmasının nedeni nedir? Müşterinin, son ürünün kalite ve niteliğini önceden proje üzerinde görmek gibi bir isteği mi, ne satın aldığını bilmek isteği mi, yoksa gelişim sürecini tamamlamış bir toplumun mimarına duyulan güven midir?

Her ne olursa olsun tekrar vurgulanmalıdır ki, Türkiye kentlerine ve mimarlığına daha iyi sahiplenebilmek, asli uluslararası ortama daha çok açılabilmek, sınırları zorlamak, kimlik, bilinçsizlik, yasal kısıtlamalar, ekonomik yetersizlikler, vb. sorunlarla daha iyi baş edebilmek için en önemli konu eğitimdir. Bu eğitim okulda bitmez. Nasıl tıp fakültesini bitirmiş bir doktor, hasta deneyimi ile ve yenilikleri öğrenerek güvenle gidebileceğimiz bir doktor olabiliyorsa, mimar adayları da üniversite eğitimi ve üniversite sonrası deneyim ile mimari ve teknolojik yeniliklerle donanımlı hale gelir.

Kaynak: Soygeniş, M., “Orta Büyüklükte Türkiye Kentlerinde Mimarlık Sorunları”, Türkiye’de Mimarlık (Ed. S.Adalı / Yıldız Buluşmaları 06 Bursa’da gerçekleşen Değerlendirme Oturumu / 15 Aralık 2006), MAT Yapım, İstanbul, 2007, s.77-80.