Murat Soygeniş ile söyleşi (Interview)

‘Tasarım’ dergisi

Murat Soygeniş mimarlıkla kuramı birleştiren sayılı mimarlardan biri. Mimarlık mesleğine çok yönlü yaklaşan kişilerden birisi. Bugüne gelene kadar izlediği yol, örneği neredeyse hiç olmayan, uç sayılabilecek derecede atipik bir yol. Türkiye’de izlenen yolun genellikle ‘mimarsan bürondasın, akademisyensen üniversitedesin’ şeklinde yorumlandığı ve kesin çizgilerle ayrıldığı düşünüldüğünde, onun izlediği yolu denemek zorlu bir seçim yapmaktan başka bir şey değil. Bunun üzerine mimarlık deneyiminin Türkiye sınırları dışında, ABD’de başladığı gerçeği de eklendiğinde karmaşık bir durum ortaya çıkması beklenebilir. Ancak hiç de öyle değil bu Soygeniş için. Çok yönlülüğü onun pozitif kişiliğinde, Türkiye sınırlarını zorlayarak farklı coğrafyalarda mimarlığı deneyimlemesinde, mimarlığın pratik ve akademik arakesitinde durabilmesinde, projeciliğinde, uygulamacılığında, eğitimciliğinde, kitaplarında, mimarlık ortamını motive eden çeşitli organizasyonları, yayınları tetiklemesinde yatıyor. Soygeniş’in bu çok yönlü ve kapsamlı mimarlık anlayışının ürünleri de doğal olarak tip ve boyut olarak çeşitlilik sergilemekte. Buna karşın mimarisi, şaşırtıcı bir şekilde sade, dingin ve renkli…

Tasarım: Mimarlık anlayışınız nedir, mimar olarak çalışma şekliniz, tercihlerinizden bahseder misiniz?

Murat Soygeniş: Mimarlığa bakışımdan başlarsak olabilir zannediyorum. Mimarlık bence yaşama çevreleri oluşturma ustalığıdır. Sanatı demekten özellikle kaçınıyorum, çünkü mimarlığın sadece sanatsal boyutu yok. Çok boyutlu bir çalışma alanı mimarlık. Sanatsal ve estetik yönleri olduğu gibi, teknoloji kullanımını içinde barındıran, probleme uygun çözümlerin sınanıp en uygununun bulunduğu deneysel bir alan aynı zamanda. Mimarlıkta karşı karşıya olduğunuz ve çözüm bekleyen problemler her defasında çok bilinmeyenli bir denklem ve bu denklemin ustalıkla çözülmesi gerekiyor. Tabi matematikte olduğu gibi de tek bir doğru çözümü yok denklemin. Bu denklemin çözümünde, mimari ürünün içinde bulunduğu çevrenin koşulları, kolay bulunabilen teknolojiler, yakın çevrenin size söyledikleri ve yönlendirmesi, problemi size taşıyan kişinin ekonomik beklentileri, dünya üzerinde mimarlık alanında izlenen yöntemler, ve daha birçoğu etkili oluyor. Bu girdilerden herhangi birisinin diğerinden daha az önemli olduğunu düşünmüyorum. Ya da şöyle de diyebilirim; bu girdilerden herhangi birisi önemsenmediğinde ortaya iyi sonuçlar çıkmayacağını düşünüyorum. Mimarlıkta işlev çok önemlidir ya da yapının içinde yer aldığı çevresi en önemlidir diyemeyiz. Her şey, tüm girdiler çok önemlidir. Birisini ihmal ettiğinizde ortaya aksaklıklar çıkar. Tüm bu girdileri asla göz ardı etmeden deneyselliği yakaladığınızda ortaya iyi mimarlık ürünlerinin çıkacağına inanıyorum. Özetle şöyle belirtmeliyim; aynı konuyu yaklaşık beş yıl kadar önce gerçekleşen bir başka söyleşide de vurgulamıştım, yeri geldikçe her ortamda da vurguluyorum; mimarlık kuram ve bilginin pratikle buluştuğu bir alandır ve bu alan deneysel bir alandır. Ütopyalar üretmek ve bu durumun ivmesinden yararlanarak problem çözmeye başlamak bence mimarlıkta son derece önem taşır. Mimarlık dostu ütopyalarsa düşmanı da ticari kaygıların diğer girdilerin önüne geçmeye başlamasıdır.

Mezuniyetimden bugüne geçen 28 yıl içinde eğitimimi tamamlamak, değişik deneyimler edinmek üzere farklı coğrafyalarda bulunmuşum. Şu anda ‘mimar – öğretim üyesi’ rollerini oynamaktayım, ve bu geçen zaman zarfında 170 civarında projeyi de gerçekleştirmişiz. Bu projelerin bir bölümü Türkiye’de birkaçı da Türkiye dışında gerçekleşti, bir bölümü ortaklıklar şeklinde gerçekleşti. Aralarında uygulananlar oldu, uygulanmayanlar da var. Diğer bir deyişle akademisyen olmayı bir tarafa bir an için bırakırsak, mesleki olarak önümüze çıkan tüm imkanlara evet demişiz. Proje çeşitliliğine bakarsak ise, orada da bir seçicilik yapmadık diye düşünüyorum. Endüstriyel yapılar, kentsel tasarım, mobilya tasarımı üzerinde uğraştığımız konular oldu. Biz bu çeşitlilikten her zaman memnun olduk. Boyut ya da tipoloji konusunda kaprisli olmadık bir diğer deyişle. Çeşitlilik bence insanı zinde ve enerjik tutuyor.

T: Sizin mesleki gelişiminiz oldukça farklı seyirler izledi. Türkiye ve ABD’de eğitim aldınız. Amerika’daki kendi ofisinizle ilgili yaptıklarınızdan, deneyimlerinizden bahseder misiniz? Orada mimar olmak nasıl oluyor, bizden farklı mı? Uzmanlaşma alanları var mı pratikte?

MS: Lisansüstü eğitiminizi tamamladıktan sonra ABD’de derecenizi – yüksek mimar – alıyorsunuz ancak bu yetkin mimar oldunuz anlamına gelmiyor, yani imza yetkiniz olmuyor. İmza yetkisine sahip olmak daha karmaşık bir süreç. Bunun için bir süre mimarlık sektöründe çalışmanız, pratik deneyiminizin olması ve koşulları sağladıktan sonra da bağlı bulunduğunuz bölgedeki merkezi sınav dizisini başarmanız gerekiyor. Bu şekilde yetkin mimar olunabiliyor. Mezuniyet sonrası Baltimore’da mimarlık stüdyomuzu oluşturduk. Türkiye’ye dönmeden ABD’de bir süre kendimizi denemek istedik. Her Türk gencinin bir rüyası vardır, ‘Amerika denizine balıklama dalmak ve yüzmeyi orada öğrenmek’. Biz de gençliğin verdiği heyecan ve istekle, tabi buna biraz aşırı cesaret de denebilir, bu denize atladık. Baltimore ve yakın çevresinde çeşitli konut projeleri, Yahudi Okulu eki gibi bazı projeleri gerçekleştirdik ve uyguladık. Bu projelerin bazılarında bizler gibi deneyim arayışı içinde olan diğer kişilerle ortaklıklarımız da oldu.

Baltimore'da Kız Okulu Eki

Baltimore’da Kız Okulu Eki (Girls’ School Addition in Baltimore)

Bir taraftan bazı daha büyük çaplı proje deneyimlerini de çeşitli mimarlık büroları bünyesinde ediniyorduk. Bu deneyimlerin çoğu kendi ofisimizi oluşturmadan önce Baltimore kenti ve yakın çevresindeki bölgelerde gerçekleşen çalışmalardı. Küçük boyutlu projelerde daha büyük bir sorumlulukta, büyük boyutlu projelerde de büyüyen ekip içinde daha özelleşmiş sorumluluk alanlarında olur bu tür deneyimler. Yani ters orantılı işin boyutuyla. Bu projelerden birisi Johns Hopkins Üniversitesi Peabody Enstitüsü’ne ait olan Müzik Okulu ve Akademik Merkez Binası projesiydi. New York şehrindeki Juilliard Müzik Okulu’na eşdeğer bir okuldur Baltimore’daki Peabody Enstitüsü. ABD’de ulusal çapta ikisi de birbirinden önemli müzik okullarıdır ve uluslar arası öneme de sahiptirler. Bu okulun yeni yapısının tasarım ve uygulamasından sorumlu ekibin bir üyesiydim. Ayrıca, Morgan Üniversitesi Mühendislik Fakültesi yeni yapısı, Cecil Koleji Çok Amaçlı Merkez tasarımlarında da benzer şekilde deneyimlerimiz oldu. Bu projeler yaklaşık 7,000 metrekare büyüklükte yeni yapılardı çoğu. Yetkin mimar olmadan önce deneyimlenmesi gereken projeler olarak görüyorum bu yapıları ben. Zira bu deneyimi edinmezseniz yetkin mimarlık için gerekli olan bilgi ve becerileri edinmeniz de zorlaşacaktır.

Columbia MD'da konut

Columbia Maryland’da konut (House at Columbia Maryland)

Şimdi bizde de artık MİAK isimli Mimarlık Akreditasyon Kurulu yetkin mimarlık süreci ile ilgili çalışmaları yapıyor. Bizim mezun olduğumuz dönemde böyle değildi. Doğrudan yetkin mimar olunabiliyordu.

Uzmanlaşma konusuna gelirsek, ABD’de uzmanlaşma son derece önemli. Ofisler kendi iç organizasyonlarında uzmanlaşmaya önem verdikleri gibi, yapmış oldukları projelere göre de uzmanlık alanları oluşuyor. Ofis kurgusuna baktığınızda departmanlar adı verilen sistem aslında farklı uzmanlık alanlarını tanımlıyor. Konut departmanı tasarım departmanı, uygulama çizimleri departmanı gibi. Aşikar ki, ofis boyutu büyüdükçe bu uzmanlaşmış departmanlar beliriyor, küçüldükçe de ortadan kalkıyor.

Ofislerin kendi uzmanlık alanları henüz Türkiye’de yavaş yavaş oturmaya başlayan bir alan. Mimarlar uzmanlık alanlarına, yaptıkları işlere bakılarak seçiliyor ABD’de. Amerikan Mimarlar Enstitüsü’nün yayınladığı ProFile isimli bir mimarlık ofisleri kataloğu vardı internet öncesi dönemde, şimdi ise AIA’nın ya da söz konusu ülke başka bir ülkeyse bu ülkenin yetkili mimarlar odalarının internet üzerinde yayınladıkları listeler en çok yararlanılan bilgi kaynaklarıdır. Hangi coğrafyada olursanız olun, mimar arayan bir müşteri iseniz mimarınızı seçerken bu katalog ve listelerden, istediğiniz uzmanlık doğrultusunda deneyimi olan mimarlar arasından seçersiniz. Diğer bir yöntem ise çevrenizde tanıdıklarınıza sorar, bilgi alırsınız. Aldığınız bilgiler doğrultusunda temaslar kurarsınız. Her coğrafyada her türlü yaklaşım söz konusudur

T: Mimarlıkta işlevsel olma, yaratıcı olma dengesi konusunda neler düşünüyorsunuz? Yapılar inşa edildiğinde büyük maliyetler söz konusu. Öncelik sizce nerededir, görsel olarak etkileyici, cazibeli mi doğrudur; yoksa fonksiyonel olan mı, ya da her ikisini sağlamak ne derecede mümkün?

MS: Mimarlık tarihinde çok bilinen ve çok önemli bir söz vardır, ‘Form işlevi izler’ diye. Modernizmin babası olarak bilinen Louis Sullivan bunu söylediğinde formun ve işlevin önemlerini vurgulamak istemiştir. İşlevin daha önemli olduğunu ve tasarlanan her ne ise, tasarlananın formunun ancak işlevselliği çözüldüğünde önem kazanması gerektiği anlamı da içinde gizlidir bu sözün. Adolf Loos’un ortaya attığı bir başka deyiş, ‘süslemenin bir suç’ olduğunu vurguladı ve bu iki deyiş modern mimarlığın ‘motto’ ları oldu. Mimarlık tarihine baktığınızda çeşitli manifestolarla, anlayışlarla yoğrulmuş bir düşünsel yön ve bu düşünsel tabanla örtüşen yapı yapma faaliyeti, bilinen mimari anlayışların ve arayışların temelini oluşturmuştur. Modernizm, post-modernizm, dekonstrüktivizm ve tüm arayışlar aslında yenilenen teknolojilere, tektonik ile ilgili gelişmelere cevap verme amacını taşımaktadır. Başka şekilde söylersem, tektonik gelişmeler değişimleri zorunlu kılmış ve teknolojinin de gelişimi ile eşik olarak adlandırabileceğimiz dönüşümler mimarlıkta yaşanmıştır ve gelecekte de yaşanmaya devam edecektir. Bu bağlamda özetlemek gerekirse, işlevsel olma ve yaratıcı olma konusu aslında bir denge meselesidir. Birisi diğerinden daha önemli/önemsiz ya da birbirini izlemesi gereken önem dereceleri olan konular değiller. Ya da Loos’un dediği gibi süsleme yapmış olmak suç işlemek anlamına gelmez. Günümüzün koşulları düşünüldüğünde bu durumu böyle değerlendirebilirim. Tabi bu tür konular ele alınırken içinde bulunulan yerin kültürel özellikleri, sahip olduğu teknolojik ve ekonomik alt yapısını da bütün olarak değerlendirmek gereklidir.

Mimarlıkta yaratıcılık ve yeni fikirler son derece önemli. Bu konular diğer alanlarda da örneğin reklamcılık, grafik tasarım gibi alanlarda da çok önemli. İyi bir yapının ortaya çıkarılabilmesinde yaratıcılık, işlevsellik ve iyi uygulama üçlüsü el ele gitmek zorunda. Bu üçlü birlikte var olmak durumunda. Uygulamalı bir meslek olan mimarlığı reklamcılık, grafik tasarım gibi son ürünü yapılı çevre olmayan meslek dallarından ayrı tutmak gerekli. Zira mimarlıkta işin içinde, işin özü de denebilecek uygulama var. Ülkenin üretebildiği teknolojiler, yapı malzemeleri, yapı üretim teknikleri konuları mimarlığın diğer alanlardan farklılaşmasına neden oluyor. Başarılı mimarlık ürününün ortaya çıkmasının koşulu da yaratıcılık, işlev, uygulama üçlüsünün dengeli kurgulanmasına bağlıdır. Bu başarıda ürünün yer aldığı coğrafyanın etkisi ve kültürün girdisi de çok etkili. O zaman sayarsak, yaratıcılık, işlev, uygulama, yerel ve kültürel özelliklerin dikkate alınması çok önemlidir diyebiliriz.

T: Türkiye’nin bütünü düşünüldüğünde, diğer kentlere kıyasla İstanbul yüksek katlı yapıları giderek artan hızla barındırıyor artık, bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

MS: Yüksek katlı yapılar planlanarak gerçekleştirildiğinde her planlı gelişmede olduğu gibi korkulacak bir şey değildir. Her ülkede yüksek katlı yapılardan oluşan iş alanları çok uygulanmıştır. Le Corbusier, yüksek katlı yapılardan oluşan kentler planlamış, Frank Lloyd Wright da bu tür gelişme odakları önermiştir. Planlı gelişmiş ülkelerde alt yapı hizmetlerinin, otoparkların, yeşil gereksinimlerinin, oyun alanlarının, yaya gezinti yollarının, bütüncül bir kentsel tasarımın parçası olarak düşünülmüş olduklarını görürsünüz. Türkiye’nin sorunu ise, alt yapısı çözülmeden, ulaşım sorunları, araçların geliş gidişleri ile ilgili sorunlar çözülmeden bu tür yapıları uyguluyor olmasıdır. Sadece Levent-Maslak hattındaki yüksek katlı yapıların bulunduğu alanda değil, tüm kentsel mekanlara yaklaşımımızda bu sorun vardır. Az katlı yapıların bulunduğu birçok diğer bölgede de planlamaya ait sorunlar vardır. Bu sorunlar arasında trafiğin aksadığı noktalar, yaya bağlantıları, otopark sorunu gibi pek çok sorun sayılabilir. Son zamanlarda yüksek katlı olarak gelişme gösteren Büyükdere Caddesi ve Maslak’taki durumu ve kentsel gelişmenin nasıl olduğunu düşününüz. Bu bölgelerde alt yapının yeterli olduğunu varsaysak bile, algı açısından yanlış konumlandırma örnekleri bunlar. Hızlı bir otoyolun kenarında yayalar için yeterli olması mümkün olmayacak derecede dar kaldırımlar ve yüksek katlı yapılar. Kaldırımı olmayan toprak yollar bile var bu yüksek katlı yapılar arasında. Halbuki Maslak bölgesinin durumunu düşündüğünüzde, tarihi çekirdek gibi bir kısıtlayıcı alan olmaması nedeniyle bu bölgelerdeki yeni gelişmeler olumlu olabilirdi. Planlı gelişmeyi bu bölgelerde görebilirdik. Ne yazık ki bu şansı kaçırdık. Rant kurbanı oldu yeni gelişen yüksek katlıların olduğu bölgeler.

T: İstanbul’u ele alalım. İstanbul bir katmanlar kenti sizin de ‘İstanbul: Bir Kent Yorumu / An Urban Commentary’ isimli kitabınızda vurguladığınız gibi. Çok katmanlı, çok kültürlü, çok zengin bir kent; ancak aynı oranda da karmaşa içeren bir kent. İstanbul daha düzenli nasıl olur, olmalı mı? Önerileriniz, görüşleriniz nelerdir?

MS: İstanbul dünyanın sayılı güzel, çekici kentlerinden birisi. Öyle düşünüyorum. Düşünüyoruz demem daha doğru. Kitaptan yola çıkarak konuşacaksam. İki yazarlı bir kitap olduğu için. Kitapta vurguladığımız İstanbul’un katmanlar ve promönatlar kenti olduğu idi. İstanbul Roma, Bizans ve Osmanlı’dan günümüze farklı dönemlere ait katmanları içeriyor ve bu katmanları algılayarak gezinebileceğiniz önemli yaya rotaları diğer adıyla promönatlar var. Kenti deneyimlemek, algılamak ve öğrenmek için bu rotalardan yararlanmak, hem katmanlılığı sergilemek hem de bu katmanlılığa rağmen yan yana duran tekil mimari odakları gözlemlemek mümkün. Örneğin Ayasofya Meydanı’nı Beyazıt Meydanı’na bağlayan promönatta ilerlediğinizde, aslında Bizans döneminin ‘mese’ adı verilen yolunda yürürsünüz. Bu rotada Ayasofya, Haseki Hürrem Hamamı, Sultanahmet Camisi, Milion taşı, Bizans döneminin Forum Konstantin’i ve Çemberlitaş, Atik Paşa Camisi, Beyazıt Camisi bulunur. Ayrı katmanlardan günümüze ulaşan mimari ürünlerdir bunların her birisi. Tarihi Yarımada ve Boğaziçi bu tür rotalarla tanımlanabilen mimari odaklarla doludur.

Diğer yönüyle İstanbul’a bakıldığında da plansızlığı görmek için uzman olmanıza gerek yok. Plansızlığın sebep olduğu karmaşayı düzeltmeye çalışmak gerekli mi, mümkün mü? Ne gerekli, ne de mümkün! Ne yaparsanız yapın İstanbul’daki kötü yapılaşma ve plansız kentleşme sorunu çözülür gibi gelmiyor bana. Kültürel katmanları, önemli anıtları ile İstanbul dünyanın en çekici kentlerinden birisi, ancak sorunları da kendine özgü. İstanbul için yapılabilecek en iyi şey belki de ütopya üretmek. Her zaman çok söz ettiğimiz şekliyle ‘çarpık kentleşme’, ‘rant kurbanı’ olmuş bölgeler, mahalleler; tüm bunları yıkıp yeniden inşa edemeyeceğimize göre, bütüncül olarak İstanbul’un işi ütopyaya kalmıştır diyebiliriz.

Ütopya üretmeye yönelik birkaç çalışmamız oldu. Bir tanesi geçen ay İstanbul’da gerçekleştirdiğimiz, Amerikan Mimarlar Enstitüsü’nün toplantısı kapsamında, katılımcılar İstanbul ile ilgili fikirler ürettiler, düşüncelerini eskizlere döktüler. Bir başka çalışmada da, Stolpe’nin 1882 tarihli haritasını 6 bölgeye ayırıp 6 mimar her birimiz farklı bölgeler için ütopyalar çizdik.1882 tarihli harita İstanbul’un bozulmaya başlamadan önceki dönemine ait olduğundan, önerilerin de bu dönemi esas alması planlanmıştı. İstanbul’un bugünden geleceğe nasıl gelişme kaydedeceği konusunun üst çerçevede planlanması adına ütopya üretilmesine ihtiyaç var. Kim bilir belki bu ütopyalara günün birinde değer veren olur.

T: Mimarlık mekan ile ilgili bir sanat. Mekan yaratılması ve ardından kullanılması, mekanı sınırlayan kabuğun kent ile ilişkisi mimarlığın özünü oluşturuyor. Bir yandan da, bu mekan yaratma serüveninin, ya da projelerin hikayeleri oluyor. Gerçekleştirdiğiniz projelerden, bu hikayelerden, yeni çalışmalarınızdan bize bahseder misiniz?

MS: Projelerin ayrı ayrı hikayeleri var. Bu hikayeler güzel anıları da içeriyor, stres dolu saatleri de kapsıyor. Tüm hikayeler tatlı anılar gibi algılanmasın. Yurtdışında gerçekleştirdiğimiz bir konut projesi bunlardan birisi. Üç kişilik bir aile için uyguladığımız bu konut projesinin en hoş yanı kullanıcı aile ile birlikte oturup sohbet etmemiz ve bu konuşmalar sonucunda da proje ve uygulama sürecinin doğaçlama gelişmesi oldu. İki katlı mevcut evlerine yaptığımız ek bölüm, bahçede birlikte oturup, eskize döktüğümüz çizimlerin hemen ardından uygulamanın başlaması ile ortaya çıktı. Kendi ellerimizle ahşap dikmeleri taşır bulduk birdenbire kendimizi. Hafta sonu piknikleri, sohbetler, uygulayan firmaya bire bir katılımımız ve onlarla birlikte projenin ortaya çıkarılmasında rol almamız, çok katılımcı bir süreç oldu.

Bir diğer serüven İstanbul’da uygulanan bir üretim tesisidir. Küçük depolarında ve imalathanelerinde görüşmeler şeklinde başlayan çalışmalar, o zamanlar bakir olan alana yapılan birkaç gözlem gezisi ile pekişmişti. Kısa sürede şantiyenin yapımcı tarafından hazırlanması, süratle inşaatın başlaması, şantiyede bir odanın mimarlık ofisine dönüşmesi, tartışılması, maketler yapılması gibi bilinen sürecin yaşanması. Tam olarak bir ‘hands on’ deneyimi şeklinde sanki 1/1 maket yapar gibi bir süreçti. Her anında sürecin içinde olmak çok faydalı oldu süreci takip edebildiğimiz için.

Mimarlık sürekli devam eden bir öğrenme süreci olduğundan projelerimizin hemen hemen hepsini eğitimin devam ettiği bir süreç olarak gördüm. Kısaca tüm projelerin serüvenini öğrenme serüveni olarak adlandırsam çok doğru olur. Bu öğrenme süreci yeni projelerde de aynı şekilde devam ediyor.

T: Günümüz mimarlığı hakkında neler düşünüyorsunuz? Dünyada neler oluyor, Türkiye’de neler oluyor?

MS: Günümüzde mimarlık özellikle 1990’lar sonrasında yaşanan teknolojik gelişmeler, bilgisayarın tasarım ve üretimin her aşamasında sektörün içinde yer alması, üretim ve malzeme teknoloji ve bilgisindeki gelişmeler nedenleriyle bir kırılma eşiğini atlamakta. Özellikle son 20 yıldır bu kırılmanın ürünleri mimarlık gündemini oluşturuyor. Tabi bu teknolojileri geliştirmiş ve de geliştirmekte olan ileri ülkeler bu gündemin başını çekiyorlar. ABD, Avrupa ve Uzak Doğu her türlü teknolojik yeniliklerin ortaya çıktığı kıtalar olarak ele alınıyorsa, mimarlık da bununla ilişkilendirilerek bu odaklar etrafında en fazla deneysel ürünlerin verildiği, ya da bu odakların beslediği güçlü mimarlık firmalarının tüm dünya üzerinde globalleşme adı altında verdiği ürünlere indirgenmiş durumda. Yıldız mimarlar olarak bilinen, dünyadaki önemli mimarlık dergileri ve kitaplarını dolduran projeleri gerçekleştiren mimarlar, dünyanın farklı kentlerine adeta imzaları haline gelen, birbirine benzeyen ürünlerini uygulatabiliyorlar. Buna karşılık Türkiye de dahil olmak üzere, birçok başka ülkede çok başarılı mimarlık ürünleri olsa bile bu ürünler dünyada olup biten ve gündemi tutan konuların dışında kalıyor. Yeteri kadar ilgi göremiyor, bilinmiyor. Örneğin Türkiye ve Türk mimarlığı hala yurtdışında Mimar Sinan ve eserleri ile özdeşleştiriliyor, sanki Sinan sonrası dönemde hiçbir önemli ürün ortaya konmamış gibi davranılıyor. Hepimizin çok iyi bildiği gibi, Mimarlar Odası’nın, üniversitelerin, başka kişi ve kurumların çok değerli çabaları ile dünya bütünü içinde önemi zaman zaman vurgulanan program ve etkinliklerle tanıtımı yapılmış olsa da, Türk mimarları olarak hepimiz çok uğraşsak da henüz kat edeceğimiz yol var gibi görünüyor. Bunu da daha fazla iddialı olarak, dünyayı daha fazla anlamaya çalışarak, daha iyi eğitim almak ve vermek için çok çaba göstermekle aşacağımıza inanıyorum.

Mimarlık dünyası bütününde yarışmalarla ilgili düşüncelerim ise şöyle. Yurtdışında çok fazla sayıda yarışma, en iyiyi seçmek ve inşa etmek amacı ile düzenlenirken, Türkiye’de hala çok az sayıda yapı yarışma ile seçilip inşa ediliyor. Bu sayının arttığını görmek çok sevindirici olacak diye düşünüyorum.

T: Akademik yöne dönelim. Eğitimle ilgili düşünceleriniz nelerdir? Türkiye’de mimarlık eğitiminin durumu nedir?

MS: Mimarlık eğitimi de, Türkiye’de mimarlık pratiğinin durumu, yarışmaların durumu ile çok ilişkili durumda şüphesiz. Mimarlık ve yarışma ürünlerinin bir bölümü araştırma ve deneysel olma tutumunu benimsemeyip, grafik olarak kağıt üzerinde cazip durana prim veren bir anlayışı benimsemekte bilindiği gibi. Mimari proje stüdyoları da bundan payını almaktadır. Oysa mimari projenin özünde, problemin ne olduğunun anlaşılması, çevre şartlarının değerlendirilmesi, yapısal sistemlerin belirlenmesi gibi mimarlığın elle tutulur olmazsa olmazları yatmaktadır. Proje ve eğitim süreci kuramla pratik arasında ilişkilerin arandığı süreçtir de aynı zamanda. Mimarlık eğitiminde de bu arama sürecinin uzadığı ve mimarlığın tektoniği konusu ile ilişkilendirilmediği bir süreç aksamalar yaratabilmektedir.

T: Yaptığınız mimari çalışmalar hakkında aralıklarla sergileriniz olduğunu biliyoruz. Sergiler neden önemli?

MS: Sergiler, sanat ve başka alanlarda da olduğu gibi paylaşım ortamlarıdır. Bazen siz gider sanat, mimarlık ve diğer alanlarla ilgili sergileri gezer, paylaşımda bulunur, kendinizi tazelersiniz. Bazen de sergi açarak başkalarının sizin yaptıklarınızı görmeleri ve paylaşmaları için organize olursunuz. Sergileri motive edici, enerjiyi şarj etme vesilesi olarak görmek çok yerinde olur.

University at Buffalo Mimarlık Okulu'nda Mimari İşler Sergisi (Soygeniş Projects Exhibition at UB School of Architecture)

University at Buffalo Mimarlık Okulu’nda Mimari İşler Sergisi (Soygeniş Projects Exhibition at UB School of Architecture)

T: Biraz kişisel konulara girebilir miyiz? Şu ana kadar mimarlıktan; dünya, Türkiye ve İstanbul’da olup bitenlerden bahsettik. Biraz da kişiselleştirelim söyleşiyi. Bu işi nasıl seçtiniz, eğitiminiz, bu konulardan bahsedebilir misiniz?

MS: 1961 yılında Ankara’da doğmuşum. Çocukluğum Ankara’da merkezi sayılabilecek bir noktada, Namık Kemal Mahallesi’nde, gençliğim İstanbul’da geçti. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde lisans eğitimimi 1982 yılında bitirdim. Lise ve üniversite yıllarını tüm detayı ile anlatıp söyleşiyi anıların anlatıldığı bir ortama çevirmek istemiyorum, bu nedenle kısa kısa geçeceğim. Aslında paylaşacak çok nokta var. ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde lisansüstü eğitimime başladım. Lisansüstü eğitimimi yurtdışında yapma düşüncem pek yoktu o yıllarda. Kendimi sınamak amacı ile birtakım başvurular yapmaya karar verdim. Yaptığım başvurulardan İngiltere ve ABD’den karşılıksız burs aldım. Tercihimi Buffalo Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden gelen bursu kabul etme yönünde kullandım. Buffalo’da geçirdiğim üç sömestir sonrasında, 1985’te mezun oldum, ve ABD’nin Baltimore kentinde çalışmaya başladım. Mezuniyet sonrasında ABD’de doğu sahilinde pratik deneyim edinme amacıyla yaptığımız çalışmalarımız öncelikle yer aldı. Yaklaşık beş yıl kadar bu süreç devam etti. Daha sonra İTÜ’de doktora çalışmamızı, her ikimiz de tamamladık. Bizim doktora eğitim sürecimiz biraz farklı gelişti. İTÜ’de dersleri tamamladık, ABD’de hem ofis hem de doktora araştırma çalışmalarını birlikte yürüttük. 1995 yılında bitirdik.

T: Mimar olarak projelerinizden ve yapılarınızdan en çok beğendiğiniz hangisidir diye sorsak ne derdiniz?

MS: Zor bir soru olduğunu söylerim. Hepsini bütün olarak gördüğüm için birini seçip bu en iyisi demem. Şunu diyebilirim, hepsi öğretici platformların oluşması için vesile oldular, böyle de devam etmesi faydalı olur.

Kaynak: —–, “Murat Soygeniş – Röportaj”, Tasarım, Sayı 204, s. 94-96, Eylül 2010. (Yukarıda söyleşi tam metni yer almaktadır.)